HİCRET
Allah'ın selamı hidayete tabi olanlara olsun

Hoş geldiniz lütfen üye olunuz.

Allah (c.c) size bu dünyada ve ahirette af ve afiyet versin amin.

Join the forum, it's quick and easy

HİCRET
Allah'ın selamı hidayete tabi olanlara olsun

Hoş geldiniz lütfen üye olunuz.

Allah (c.c) size bu dünyada ve ahirette af ve afiyet versin amin.
HİCRET
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

HUDA DODGE

Aşağa gitmek

HUDA DODGE Empty HUDA DODGE

Mesaj  sebil Salı Tem. 13, 2010 9:44 pm

KALİFORNİYA'DA, SAN FRANSISCO şehrinde doğdum ve Körfez Bölgesinin (Bay Area) banliyölerinden birinde, San Anselmo'da büyüdüm. Halihazırda nüfusu 14.000 civarında olan küçük yerleşim bölgemizin ağırlıklı olarak beyaz ırktan, orta-üst sınıf ve Hıristiyan ailelerden oluşuyordu. San Anselmo'nun çok güzel bir yer olduğunu söylemeliyim: kasaba, San Francisco'nun hemen kuzeyinde, Golden Gate köprüsünün karşısında, Tamalpais dağı yamaçlarına ve Büyük Okyanusa yakın bir vadide kurulmuş durumdadır. Komşularımızın hepsini tanırdım; sokakta beyzbol oynar, derelerde kurbağa avlar, tepelerde atlara biner, ve evimizin ön bahçesindeki ağaçlara tırmanırdım.

Babam Presbitaryen, annem ise Katolik. Babam hiçbir zaman herhangi bir kiliseye tam anlamıyla devam etmiş değil, ama annem bizi Katolik olarak yetiştirmeye çalıştı. Bizi bazen kiliseye götürürdü; ama neler olup bittiğini anlayamazdık. İnsanlar ayağa kalkar, oturur, diz çöker, tekrar oturur, ayağa kalkar, ve papazı takiben birşeyler okurlardı. Her kilise sırasının bir kitapçığı vardı, bir çeşit 'talimat kitabı.' Nitekim, sırasıyla ne yapacağımızı bilmek için kitapta yazılanları takip etmemiz gerekirdi (elbette, önceden uyuyup kalmadıysak).
Bu kilisede vaftiz edilmiştim, ve sekiz yaş civarında ilk kez Aşai Rabbani ayinine katılmıştım (bu ayin sırasında çekilmiş resimlerim var, ama ayini pek hatırlayamıyorum). Bundan sonra, senede yalnızca bir-iki kere kiliseye gittik.
Onbeş evden müteşekkil bir çıkmaz sokakta yaşadım. İlkokulum sokağın sonunda (dört ev aşağıda), küçük bir Presbitaryen kilisesine bitişikti. On yaş civarında iken, bu kilisenin cemaati beni Noel sırasında düzenledikleri çocuk oyununa davet ettiler. O vakitten sonra her Pazar sabahı tek başıma kiliseye gittim (ailemden başka hiç kimsenin kiliseye gitme gibi bir derdi yoktu). Cemaat, hepsinin de yaşları ellinin üstünde olan otuz kişi kadardı, ama hiçbir zaman bende bir yabancılık hissi uyandırmadılar. Yaşça onlardan genç olup çocukları da benden küçük olan üç-dört çift de vardı.
Gide gele, sokağımızın aşağısındaki kilisenin çok aktif bir üyesi haline geldim. Altıncı sınıfta iken, ayin esnasında daha küçük çocuklara bakmaya başladım. Dokuzuncu sınıfa gelene kadar, Pazar okulu öğretiminde papazın hanımına yardım ediyordum. Lisede, dört arkadaşımı bana katılmaya ikna ederek, bir kilise gençlik grubu başlattım. Bu küçük bir gruptu: ben, arkadaşlarım, ve çocukları ile bir genç çift. Fakat bu hali ile grubumuzdan memnunduk. Kasabadaki büyük Presbitaryen kilisesinin gençlik grubunda yüz civarında çocuk vardı ve Meksika'ya vs. geziler düzenliyorlardı. Bizim grubumuz ise İncil'i okumak, ALLAH hakkında konuşmak, ve hayır kurumları için para toplamaktan memnundu.
Bu arkadaşlar ve ben, birlikte oturup manevî konular hakkında konuşurduk. Kafamızdaki sorularla ilgili münazaralar yapardık: Hz. İsa gelmeden önceki insanlara ne olur (cennete mi, cehenneme mi giderler?); niçin bazı çok dürüst insanlar yalnızca Hz. İsa'ya inanmadıkları için cehenneme giderler (Gandi'yi düşündük meselâ); diğer taraftan, neden bazı son derece iğrenç insanlar (arkadaşımın küfürbaz babası gibi) sırf Hıristiyan oldukları için cennetle mükafatlandırılırlar; niçin şefkatli ve merhametli bir ALLAH insanların günahlarını bağışlamak için bir kan keffareti (Hz. İsa) istesin; neden Hz. dem'in ilk günahından dolayı biz suçluyuz; niçin Tanrı'nın Kelamı (İncil) bilimsel gerçeklerle uyuşmaz; İsa nasıl Tanrı olabilir; Bir ALLAH nasıl üç ayrı şey olabilir, vs. Bu konular üzerine münazaralarda bulunurduk ama, hiçbir zaman iyi cevaplar ortaya koyamazdık. Kilise de bize iyi cevaplar sunamazdı; bize sadece 'inanmamız' söyleniyordu.
Kilisedeki kişiler bana Kuzey Kaliforniya'daki bir Presbitaryen yaz kampını anlattılar. Bu kampa ilk defa on yaşındayken gttim. Bundan sonra, yedi sene boyu, her yaz gittim. Gittiğim küçük kilisede halimden memnunken, burada—kafa karışıklığı olmaksızın—ALLAH ile gerçekten bir rabıta kurduğumu hissettim. Burada ALLAH'a olan çok derin imanımı geliştirdim. Zamanımızın çoğunu oyunlar oynayarak, el sanatlarıyla meşgul olarak, yüzerek vs. açık havada geçirirdik. Bu işler eğlenceliydi; fakat her gün ibadete, İncil'i çalışmaya, dinî şarkılar söylemeye, ve 'sessizlik zamanı'na da vakit ayırırdık. Bu sessizlik zamanı bana çok şeyler ifade etmişti, ve en iyi hatıralarım hep bu esnada oluşmuştu. Kural, kampın sekizyüz dönümlük çok güzel arazisinin herhangi bir yerinde tek başınıza oturmanızdı. Çoğu kez çimenlik bir alana gider veya dereye üstten bakan bir köprüye oturur; ve yalnızca DÜŞÜNÜRDÜM. Etrafıma, dereye, ağaçlara, bulutlara, böceklere bakardım. Suyu, kuşların cıvıltılarını, cırcır böceklerinin cırıltılarını dinlerdim. Bu yer bana gerçekten huzur hissettirirdi ve bu çok güzel yaratışı için ALLAH'a hayranlık duyar ve O'na müteşekkir olurdum. Her yaz sonunda, eve geri döndüğümde, bu duygular benimle kalırdı. Açık havada, tek başıma, yalnızca ALLAH'ı, hayatı, ve benim onun içindeki yerimi düşünerek vakit geçirmeyi çok severdim. Hz. İsa'nın bir öğretici ve bir örnek olduğu şeklindeki şahsî anlayışımı bu vesileyle geliştirdim, ve kilisenin bütün kafa karıştırıcı öğretilerini geride bıraktım.

"Komşunuzu kendiniz gibi sevin" öğretisinin, karşılığında hiçbir şey beklemeksizin herşeyi esirgemeden vermenin, başkalarına kendinize davranılmasını istediğiniz şekilde davranmanın doğruluğuna inanırdım (ve hâlâ inanırım). Edebileceğim herkese yardım etmeye çalıştım. Ondört yaşımda iken, bir dondurmacıda ilk işimi edindim. Her ay maaş çekimi aldığımda (miktarı çok değildi), ilk yirmibeş doları 'Foster Parents Plan' adlı (şimdi adını değiştirdiler) bir programa gönderiyordum. Bu, başka memleketlerdeki ihtiyaç sahibi çocuklar ile Amerikalı sponsorların irtibatını kuran bir hayır kurumuydu.
Lisedeki dört yılım boyunca, Şerif adındaki küçük bir Mısırlı çocuğun sponsoruydum. Ona her ay maaş çekimin ilgili kısmını gönderirdim ve karşılıklı mektuplaşırdık. (Şerif'in mektupları Arapça idi, ve şimdi onlara bakınca, kendisinden beş yaş büyük bir kıza değil de, yetişkin bir adama yazmakta olduğunu zannettiği görülüyor.) Şerif dokuz yaşındaydı, babası vefat etmişti, annesi ise hastaydı ve çalışamıyordu. Kendisinden küçük iki erkek kardeşi ve benim yaşımda bir kızkardeşi vardı. 16 yaşımda iken ondan aldığım bir mektubu hatırlıyorum; heyecanlıydı, çünkü kızkardeşi nişanlanmıştı. Düşündüm: "O kız benimle yaşıt, ve nişanlanıyor!" Bu durum bana çok acayip göründü. Bunlar, kendileriyle temasa geçtiğim ilk Müslümanlardı.
Öğrenci değişimi programı ile evime Fransa'dan öğrenciler davet ettim; ve bütün dünyadan mektup arkadaşlarım vardı (Fransa, Almanya, İsveç, vs.). Lisedeki ikinci senemde, 'Children of War' (Savaş Yaşamış Çocuklar) adında bir grubu misafir ettik—Güney Afrika, Gazze Şeridi, Guatemala ile savaş yüzünden parçalanmış sair memleketlerden gelen bir grup genç, ülkeyi turlayarak kendi hayat öykülerini anlatıyor ve barışa yönelik temennilerini ifade ediyorlardı. Onlardan ikisi benim evimde kaldılar—grubun Nikaragualı gözetmeni ile Güney Afrikalı genç bir zenci. Lise ikinci sınıfı takip eden yaz mevsimi, San Francisco'da (Tenderlion semtinde), mülteci kadınlara İngilizce öğrettiğim gönüllü bir iş edindim. Sınıfımda Fâtıma ve Meysûn adında Vietnam'dan iki Müslüman dul vardı. Bunlar, çok konuşamasak da (İngilizceleri çok azdı), Şerif'in ailesinden sonra tanıdığım ilk Müslümanlardı. Bütün yaptıkları gülmekti.

Bütün bu tecrübeler dış dünyayla irtibat kurmamı sağladı, ve her çeşit insana değer vermeyi öğretti. Orta ve lise öğrenimim süresince, çok derin iki ilgi geliştirdim: ALLAH'a iman, ve başka memleketlerden insanlarla karşılıklı etkileşim. Oregon eyaletinin Portland kentinde üniversiteye gitmek üzere evden ayrıldığımda, bu ilgilerimi beraberimde götürdüm.

Lewis & Clark College'da, günün birinde mülteci topluluklarla çalışmak veya ikinci dil olarak İngilizce öğretmek düşüncesiyle filoloji (Fransızca ve İspanyolca) öğrenimine başladım.
İlgilerim paralelinde, iki gruba katılmayı seçtim: Campus Crusade for Christ (İsa'nın Kampüs Haçlıları; besbelli, bir Hıristiyan grup), ve Sohbet Grupları (ki bunlarda Amerikalıları İngilizce konuşmak üzere yabancı öğrencilerle eşleştiriyorlardı).
Okuldaki ilk dönemimde Campus Crusade öğrencileriyle tanıştım. Tanıştıklarımın birkaçı çok iyi, temiz kalpli insanlardı, fakat çoğunluk çok havalıydı. Her hafta 'kişisel şehadetlerr'i dinlemek, şarkılar söylemek vs. için toplanırdık. Her hafta Portland bölgesinde değişik bir kiliseyi ziyaret ederdik. Kiliselerin birçoğu daha önce karşılaştığım hiçbir şeye benzemiyordu. Güneydoğu civarındaki bir kiliseye son bir ziyaret beni o kadar şaşırttı, üzdü ve incitti ki Crusade toplantılarına gitmeyi bıraktım. Bu kilisede, elektrogitarları ile bir rock topluluğu vardı, ve insanlar ellerini (başlarının üstünde, gözleri kapalı halde) havada sallayıp 'Hallelujah' şarkısı söylüyorlardı. Böyle birşeyi hayatımda görmemiştim! Buna benzer şeyleri şimdilerde TV'de görüyorum; fakat küçük bir Presbitaryen kilisesinden gelen birisi olarak, rahatsız olmuştum. Campus Crusade'deki diğerleri bu kiliseyi çok benimsediler ve gitmeye devam ettiler. Görünen atmosfer ALLAH'a ibadetten sapmıştı; oraya tekrar dönme noktasında kendimi rahat hissetmedim.

Her zaman kendimi sessiz bir ortamda ve/veya açık havada iken ALLAH'a en yakın hissettim. Kampüsün civarında yürüyüşler yapmaya başladım (Lewis & Clark College'ın çok güzel bir kampüsü vardır!). Banklarda oturur, Hood dağının manzarasına bakar, ağaçların renklerini değiştirişini izlerdim. Bir gün kampüsün küçük kilisesine şöyle bir bakmak için girdim—ağaçların içine gömülü küçük, yuvarlak bir bina. Çok güzel bir sadelikteydi. Kilise sıraları odanın ortasında bir daire teşkil ediyordı, ve ortada büyük bir borulu org tavandan asılmıştı. Sunak yok, haçlar yok, heykeller yok—hiçbir şey yok. Sadece birkaç basit tahta sıra ve bir borulu org. Yılın kalan kısmı boyunca bu binada, orgcunun talimlerini dinleyerek, veya sessizlikte tek başıma yalnızca oturup düşünerek çok zaman geçirdim. Kendimi o güne kadar bulunduğum herhangi bir kiliseden daha rahat ve ALLAH'a daha yakın hissetmiştim.

Bu zaman boyunca, Sohbet Grubu programının bir parçası olarak bir grup yabancı öğrenciyle de biraraya geliyordum. Grubumuzda beş kişi vardı: ben, bir Japon erkek ile hanım, bir İtalyan erkek ve bir Filistinli erkek. İngilizce konuşma kabiliyetlerini geliştirmek için haftada iki kere öğle yemeğinde buluşurduk. Ailelerimiz, derslerimiz, çocukluk yıllarımız, kültür farklılıkları, vs. üzerine konuşurduk. Filistinli erkeğin (Fâris) hayatı, ailesi, inancı, vs. hakkında anlattıkları beni müthiş derecede etkiledi.
Tanıdığım diğer Müslümanlar olan Şerif, Fâtıma ve Meysûn'u hatırladım. Daha önceleri onların inançlarını ve hayat tarzlarını yabancı birşey olarak görürdüm; benim kültürüme yabancı birşey. Bu kültürel engel yüzünden onların inançlarını öğrenme zahmetine hiç girmemiştim. Ama İslâm hakkında daha fazla şey öğrendikçe, kendi hayatım için bir imkân olarak, ona daha fazla ilgi duymaya başladım.

Okuldaki ikinci dönemimde sohbet grubu dağıldı ve yabancı öğrenciler diğer okullara gönderildi. Bununla beraber, bu görüşmelerimiz, düşüncelerimin en ön sırasında kaldı. Bir sonraki dönem, din araştırmaları bölümündeki bir derse kayıt yaptırdım: İslâm'a giriş. Bu sınıf Hıristiyanlıkla ilgili bütün endişelerimi tekrar çağrıştırdı. İslâm'ı öğrendikçe, bütün sorularım cevaplanıyordu. Hz. dem'in ilk günahı yüzünden hepimiz cezalandırılacak değiliz. Hz. dem ise ALLAH'tan af diledi ve şefkat ve merhamet sahibi Rabbimiz onu affetti. ALLAH günaha bedel olarak bir kan keffareti istemez. Bizler içtenlikle ALLAH'tan af dilemeli ve yollarımızı düzeltmeliyiz. Hz. İsa Tanrı değildi, diğer bütün peygamberler gibi bir peygamberdi, ki hepsi aynı mesajı öğretmişti: Tek bir hak İlaha inanın; yalnız O'na teslim olun ve ibadet edin; ve O'nun gönderdiği rehberliğe ittiba edip erdemli bir hayat yaşayın.

Bu, Teslis ve Hz. İsa'nın mahiyeti ile ilgili (tamamen Tanrı, tamamen insan, veya bir ikisinin karması şeklindeki) bütün sorularımı cevaplandırdı. ALLAH kemal ve adalet sahibi bir yargılayıcıdır; bizi inancımız ve erdemimize göre mükâfatlandıracak veya cezalandıracaktır. Herşeyi doğru perspektifine oturtan, kalbime ve aklıma hoş görünen bir öğreti bulmuştum. Fıtrî görünüyordu. Kafa karıştırıcı değildi. Arayış içerisindeydim, ve inancımı dayandırabileceğim bir yer bulmuştum.

O yaz, Körfez Bölgesine eve döndüm ve İslâm öğrenimimi sürdürdüm. Kütüphaneden kitaplar aldım ve arkadaşlarımla konuştum. Onların da benim kadar manevî derinlikleri vardı, ve onlar da arayış içindeydiler (birçoğu Doğu dinlerini, özellikle de Budizm'i araştırıyorlardı). Arayışımı anlamlı buldular, ve inanacak birşey bulabildiğim için memnun oldular. Sorular sordular; herşeye karşın, İslâm'ın hayatımı bir hanım olarak, bir liberal Kaliforniyalı olarak, ailemle ilişkilerde vs. nasıl etkileyeceği hakkında. Öğrenmeye, dua etmeye ve onunla gerçekten ne ölçüde rahat olduğumun iç muhasebesini yapmaya devam ettim.
 Bulunduğum bölgedeki İslâmî merkezleri bulana kadar araştırdım. Ama en yakını San Francisco'daydı, ve oraya ziyarete hiç gidemedim (arabam yoktu, otobüs saatleri ise benim çalışma saatlerime uymuyordu). Onun için kendi başıma araştırmaya devam ettim. Muhabbet esnasında, yeri geldiğinde, bundan aileme bahsettim. Özellikle bir zaman hatırlıyorum, hep beraber oturmuş Eskimolar hakkındaki bir televizyon programını izliyorduk. Eskimoların 'kar' hakkında 200'den fazla kelimesi olduğunu söylediler, çünkü kar onların hayatının oldukça büyük bir kısmını oluşturuyordu. Aynı gecenin ilerleyen saatlerinde, değişik lisanların kendileri için önemli olan şeyler hakkında ne kadar da çok kelimeleri olduğunu konuşuyorduk. Babam Amerikalıların para için kullandığı ('money' [para], dough [mangır], bread [ekmek], vs.) bütün değişik kelimeler üzerine yorumda bulundu. Ben şu yorumda bulundum: "Biliyor musunuz, Müslümanların inancında ALLAH için 99 isim var—herhalde onlar için önemli olan bu!"

Yaz sonunda, Lewis & Clark'a döndüm. Yaptığım ilk iş güneybatı Portland'daki camiyle irtibat kurmak oldu. Konuşabileceğim bir hanım ismi sordum. Bana Amerikalı Müslüman bir hanımın telefonunu verdiler. O hafta, kendisini evinde ziyaret ettim. Bir süre konuştuktan sonra, benim halihazırda iman etmiş olduğumu anladı. Ona Müslüman olmanın gerektirdiği amelî uygulamalarda bana yardımcı olabilecek bir hanım aradığımı söyledim. Meselâ, nasıl namaz kılınacağı hakkında. Bunu kitaplarda okumuştum, ama uygulamada nasıl yapacağımı yalnızca kitaba bakarak tam çözememiştim. İngilizce dualar okuyarak denemeler yapmıştım, fakat doğru yapmadığımı biliyordum.

O kardeş beni o akşam bir akîka yemeğine davet etti (yeni doğmuş bir bebeğin doğum yemeğiydi bu!). O akşam gelip beni aldı ve gittik. Kendimi oradaki Müslüman hanımların arasında çok rahat hissettim. O akşam herkes bana çok dostâne davrandı. Birkaç hanım kardeşin şahitliğinde kelime-i şehadet getirdim. Bana namaz kılmayı öğrettiler.

Kendilerinin nasıl imana geldiklerini anlattılar (içlerinden birçoğu da Amerikalıydı). O akşam oradan ayrılırken, kendimi yeni bir hayata henüz başlamış gibi hissediyordum.

Şehadetimden altı ay sonra, ilk Ramazan orucunu tuttum. Örtünme meselesi ile ilgili düşünüp taşınmaktaydım, fakat önceden beri bunu uygulamaktan çok çekiniyordum. Zaten daha sade giyinmeye başlamıştım, ve genellikle omuzlarıma bir eşarp atıyordum. (O Müslime kardeşi ziyaret ettiğimde, bana şöyle demişti: "Bütün yapman gereken eşarbını omuzundan başına kaydırmak; böylece İslâm'a uygun kıyafette olursun.") Başlangıçta başörtüsü takmaya hazır değildim, çünkü imanımı yeterince kuvvetli hissetmiyordum. Tesettürün sebebini anlıyordum, buna katılıyordum, ve mesture hanımları takdir de ediyordum. Çok ihlaslı ve asil görünüyorlardı. Fakat biliyordum ki, şayet örtünürsem, insanlar bana birçok sorular soracaklardı, ve kendimi bunlara muhatap olacak seviyede hazır veya kuvvetli hissetmiyordum.
Bu his Ramazan yaklaştıkça değişti, ve Ramazan'ın ilk gününde, sabahleyin kalktım ve sınıfa başörtülü gittim.

Elhamdülillah, o zamandan beri de çıkartmadım. Ramazan'daki birşey kendimi kuvvetli hissetmemi ve Müslüman olmam ile iftihar etmemi sağladı. Kendimi herkesin sorularını cevaplandırmaya hazır hissediyordum.

Bununla beraber, ilk Ramazan'da kendimi yalnız ve tecrit edilmiş de hissettim. Müslüman cemaatinden hiç kimse beni aramadı bile. Okulda bir yemek programındaydım, bu yüzden kendime özel yemek (yemek salonu benim yemek yiyebileceğim saatlerde kapalıydı) almak için bir ayarlama yapmam gerekiyordu. Okul, yemeklerimi bana paket usulü vermeyi kabul etti. Bunun için her akşam güneş battığında caddenin karşısına geçerek mutfağa gider, büyük buzdolaplarının bulunduğu arka bölüme girer, ve iki paket yemeğimi (birisi iftar, birisi sahur için) alırdım. Bu paketleri yatak odama getirir ve tek başıma yerdim. İçlerinde hep aynı şey vardı: yoğurt, bir meyve, kurabiyeler, ve tuna balığı yada yumurta salatası sandviçi. Aynı şey; iki öğün için, bütün ay boyunca! Yalnızdım, ama aynı zamanda kendimi hiç bu kadar kendimle barışık hissetmemiştim.

İslâm'a girdiğimde, bunu aileme söyledim. Şaşırmadılar. Bunu o yaz evdeyken sergilediğim tavırlardan ve konuştuğum şeylerden tahmin etmekteydiler. Kararımı kabul ettiler, ve bunda samimi olduğumu biliyorlardı.

Ailem daha önceden de, benim aktivitelerimi ve derin inancımı, kendileri paylaşmasalar da, her zaman kabul etmişlerdi. Bununla beraber, başörtüsü takmaya başladığımda buna pek anlayış göstermediler. Kendimi toplumdan soyutladığımdan endişe duyuyorlardı: Bununla toplum bana karşı tavır alabilirdi, bu durum hedeflerime ulaşmada cesaretimi kırabilirdi, ve de, onlar benimle görülmekten utanıyorlardı. Bunun çok radikal bir değişim olduğunu düşünüyorlardı. Benim farklı bir inancımın olması onlar için sorun değildi, ama bunun dışa vuran bir tarzda hayatımı etkilemesini istemiyorlardı.

Evlenmeye karar verdiğimde daha da kızdılar. Bu zaman zarfında, sohbet grubumuzdaki Filistinli kardeş Fâris'le irtibat kurdum, ki o İslâm'a ilgi duymamda ilk yolu açan kimseydi. Hâlâ Portland bölgesindeydi, halk üniversitesine devam etmekteydi. Tekrar görüşmeye başladık, öğle yemeğinde, kütüphanede, kardeşinin evinde, vs. Bunu takip eden yaz mevsiminde (okuldaki ikinci sınıfımın bitiminde, ve şehadetimden bir sene sonra) evlendik. Ailem küplere bindi.
Henüz başörtümden dolayı nasıl davranacaklarını bilemiyorlardı, ve sanki onların üzerine başka birşey fırlatmışım gibi hissediyorlardı. Çok genç olduğumu savundular. Ayrıca, hedeflerini terkedecek, okulu bırakacak, genç bir anne olacak; hayatını mahvedecek diye endişe ediyorlardı. Eşimi sevdiler, ama ona ilk başta güvenmediler (benimle evlenmesini 'greencard sahtekarlığı' diye düşünüyorlardı). Ben ve ailem bu konuda aylarca kavga ettik. Öyle ki, ilişkimizin bir daha tamir edilemeyeceğinden korkuyordum.
Bu, üç sene önceydi, ve o günden bugüne çok şey değişti. Fâris ve ben Oregon Eyalet Üniversitesinin merkezi olan Corwallis'e taşındık. Çok sağlam ve birbiriyle kenetlenmiş bir Müslüman cemiyetin içinde yaşıyoruz. Geçen sene çocuk gelişimi konusunda teşekkür alarak mezun oldum. Sekreterlikten okul öncesi öğretmenliğe kadar, başörtüm konusunda hiçbir problem olmadan, birçok işte çalıştım. Cemiyette faal durumdayım, ve hâlâ gönüllü işler yapıyorum.

Eşim, inşALLAH bu sene elektrik mühendisliği eğitimini bitirecek. Ailemi yılda iki kere ziyaret ediyoruz. Fâris'in anne babası ile ilk defa bu yaz tanıştım, ve çok iyi anlaştık. Konuştuğum lisanlar listesine Arapça'yı yavaşça ama sindirerek ekliyorum.
Ailem bütün bunları gördü, ve hayatımı mahvetmediğimi anladı. Gördüler ki, İslâm bana mutluluk getirdi—acı ve keder değil. Başarılarımdan dolayı iftihar ediyorlar, ve benim tam anlamıyla mutlu ve huzurlu olduğumu görebiliyorlar. İlişkimiz normale döndü, ve gelecek ayki ziyaretimizi bekliyorlar. İnşALLAH!

Bütün bunlara dönüp baktığımda, ALLAH'ın beni bugün bulunduğum yere sevk edişinden dolayı O'na hakikaten minnettarım. Kendimi tam anlamıyla ihsana mazhar kılınmış hissediyorum.
Görünüyor ki, hayatımın bütün parçaları tek bir temada, İslâm'a uzanan bir yolda biraraya geldi. Elhamdulillahi Rabbi'l-âlemîn.


My Path to İslam,C.Huda Dodge


sebil
sebil
ilim ehli

Mesaj Sayısı : 78

http://my.opera.com/myhicran/blog/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz