DANIEL STRIDSMAN
1 sayfadaki 1 sayfası
DANIEL STRIDSMAN
Daniel Stridsman; 29 yaşında yeni Müslüman olmuş bir İsveçli. 1977 doğumlu. Ekonomi bölümünde okumuş. Rusça, İngilizce, Almanca, Fransızca ve Arapça biliyor. Araştıran, okuyan ve hizmet olacağına inandığı eserleri İsveççeye kazandırmayı kendisine görev edinmiş biri. Iraklı bir Müslüman’la evli ve Stockholm’de yaşıyorlar.
İSLAM’la ilgili önyargının Batı’daki bilinçaltını soruyoruz:
“Bilmemekten, tanımamaktan.” diyor. Bunun üzerine, “Hz. Muhammed’le (sas) ilgili Müslümanlık öncesi düşüncelerini” soruyoruz: “Bir peygamber olarak Hz. İsa (as) modeli vardı önümüzde sadece. O’nda ruhsal, metafizik bir hâl vardı. Hz. Muhammed’i (sas) ise sadece dünyevî yönleriyle biliyorduk; evlilik ve savaş yönleri gibi.”
Sonra, içinde bulunduğu toplumun genel kanaatlerine değiniyor; Hz. Muhammed’in, Kur’ân’ı kendisinin yazdığına ve (hâşâ) sahte bir peygamber olduğuna inanıyorlarmış. İslâm’ın ise sadece kılıç zoruyla yayıldığını zannediyorlarmış. “Gerçekleri öğrenince” diyor Daniel, “Aslında Hıristiyanlık öyle yayılmış. İslâm’ı ise, dünyayı dolaşan tüccarlar yaymış. Bir de, İslâm son yüz senede daha çok yayılmış durumda; yani güçlerinin, silahlarının olmadığı şu son dönemlerde.”
Stridsman, Danimarka merkezli karikatür krizini değerlendiriyor: “Bu, Danimarka’dakilerin nezdinde, bir zihniyetin ne kadar kalıplaşmış önyargılarının, kin ve öfkelerinin olduğunu gösteriyor. (Şekspir’in Hamlet isimli eserini çıkarıp, bir cümle gösteriyor) ‘Something is rotten in the state of Denmark.’ ‘Danimarka’da bazı şeyler kokuşmuş, çürümüş.”
Peki, Hz. Muhammed’i (sas) bütün yönleriyle ve doğru bir şekilde tanımış olsalardı ne olurdu? Stridsman bu soruya, “Millet olarak en azından resimlere karşı büyük üzüntü duyarlardı. Bu zamana kadar bilgisiz kaldıklarına da esef ederlerdi.” diyor:
“Mesela ben Hz. Muhammed’in (sas) bizler için çektiği sıkıntıları öğrendikçe, O’na (sas) karşı duyduğum sevgi, saygı ve hayranlık kat be kat artıyor! Diğer insanlar da bilselerdi her şey çok farklı olurdu. Ama tarihi bir bilinçaltı var.” diyor.
İSLAM’la, şirksiz imana kavuştum
Daniel’e, Avrupa ve Hıristiyan dünyası İslâm’ı ve Kur’ân’ı derinliğiyle bilse ve tanısaydı, kendi değerleri açısından ne gibi kazanımları olacağını soruyoruz. Bu soruya bütün içtenliği ile şöyle cevapladı:
“Kendim için söyleyeyim; İslâm’ı, Kur’ân’ı okudukça - tanıdıkça, fıtratımın, aklımın ve vicdanımın sesini buldum, yani fıtratıma uyanı buldum. Her şeyi var eden büyük kudret sahibi ALLAH’a oğul vb. ortaklar koşmadan tanıma imkanı buldum. İslâm’da tek ve nezih bir Yaratıcı düşüncesi var, ne güzel! Bir de; İslâm’ın, Kur’ân’ın çizdiği Hz. Meryem ve Hz. İsa portesini görünce, değerlerimin yerli yerine oturduğunu gördüm. Mantığım dediklerinin İslâm’da karşılığını bulmuş oldum. Yani aslında Müslüman olmakla ben değişmedim, sadece dinî kimliğim değişmiş oldu!”
“Önyargı”, “tepki” derken, son bağlamda Daniel’e; “Müslüman olduktan sonra ailesinin tepkisini” soruyoruz:
Baştan çok korkmuşlar: “Oğlumuz artık bizden kopacak gidecek!” diye. Sonradan böyle olmadığını görünce bu kaygıları gitmiş. Eski sevgi ve saygısının fazlasıyla devam ettiğini görünce çok rahatlamışlar ve onun dinî tercihini saygıyla karşılamışlar.
Ailesinden gördüğü bu korku ve önyargının temellerini; medyanın menfî propagandaları ile açıklıyor. Kitapların ve gazetelerin olmadığı eski dönemlerde ise insanlar İslâm’ı Hz. İsa’ya karşı vahşi bir saldırının kaynağı olarak görüyorlarmış. Bu saldırının merkezinde de Osmanlı’nın olduğunu sanıyorlarmış. “Halbuki” diyor: “İsveç’in kurucularından olan Kral 12. Şarl Osmanlı’da uzun süre saygın bir misafir olarak kalmış. Ama bu dönemin güzelliklerini ve vefa gereğini o devrin din adamları örtbas etmişler. Arada yakınlaşmaya bir zemin oluşmasın diye uğraşılmış sanıyorum.”
Daniel de gençliğinde bu olumsuz propagandalardan etkilenmiş:
“Sonradan araştırmalarım ve okumalarım sonunda gördüm ki, yüzyıllar boyunca Osmanlı hilafetin ve İslâm’ın merkeziydi. İslâm’ın bütün güzelliklerini, kutsal değerlerini ve Mekke-Medine gibi mübarek beldelerini içinde barındırıyordu. Bütün bunları koruyor ve müdafaa ediyordu. Şimdi düşünüyorum da, Osmanlı olmasaydı bu kutsal yerler de olmayacaktı, belki de İslâm alemi de olmayacaktı.”
Sonra Osmanlı’ya duyduğu hayranlığını şöyle ifade ediyor: “Osmanlı sultanlarının tavus kuşunun tüyleriyle Kâbe’yi süpürüp, o tüyleri başlarına sorguç yapmaları beni çok etkiledi. İslâm’ın kutsal değerlerine bu kadar saygı ve hürmet göstermeleri çok takdire şayan!”
İSLAM’la ilgili önyargının Batı’daki bilinçaltını soruyoruz:
“Bilmemekten, tanımamaktan.” diyor. Bunun üzerine, “Hz. Muhammed’le (sas) ilgili Müslümanlık öncesi düşüncelerini” soruyoruz: “Bir peygamber olarak Hz. İsa (as) modeli vardı önümüzde sadece. O’nda ruhsal, metafizik bir hâl vardı. Hz. Muhammed’i (sas) ise sadece dünyevî yönleriyle biliyorduk; evlilik ve savaş yönleri gibi.”
Sonra, içinde bulunduğu toplumun genel kanaatlerine değiniyor; Hz. Muhammed’in, Kur’ân’ı kendisinin yazdığına ve (hâşâ) sahte bir peygamber olduğuna inanıyorlarmış. İslâm’ın ise sadece kılıç zoruyla yayıldığını zannediyorlarmış. “Gerçekleri öğrenince” diyor Daniel, “Aslında Hıristiyanlık öyle yayılmış. İslâm’ı ise, dünyayı dolaşan tüccarlar yaymış. Bir de, İslâm son yüz senede daha çok yayılmış durumda; yani güçlerinin, silahlarının olmadığı şu son dönemlerde.”
Stridsman, Danimarka merkezli karikatür krizini değerlendiriyor: “Bu, Danimarka’dakilerin nezdinde, bir zihniyetin ne kadar kalıplaşmış önyargılarının, kin ve öfkelerinin olduğunu gösteriyor. (Şekspir’in Hamlet isimli eserini çıkarıp, bir cümle gösteriyor) ‘Something is rotten in the state of Denmark.’ ‘Danimarka’da bazı şeyler kokuşmuş, çürümüş.”
Peki, Hz. Muhammed’i (sas) bütün yönleriyle ve doğru bir şekilde tanımış olsalardı ne olurdu? Stridsman bu soruya, “Millet olarak en azından resimlere karşı büyük üzüntü duyarlardı. Bu zamana kadar bilgisiz kaldıklarına da esef ederlerdi.” diyor:
“Mesela ben Hz. Muhammed’in (sas) bizler için çektiği sıkıntıları öğrendikçe, O’na (sas) karşı duyduğum sevgi, saygı ve hayranlık kat be kat artıyor! Diğer insanlar da bilselerdi her şey çok farklı olurdu. Ama tarihi bir bilinçaltı var.” diyor.
İSLAM’la, şirksiz imana kavuştum
Daniel’e, Avrupa ve Hıristiyan dünyası İslâm’ı ve Kur’ân’ı derinliğiyle bilse ve tanısaydı, kendi değerleri açısından ne gibi kazanımları olacağını soruyoruz. Bu soruya bütün içtenliği ile şöyle cevapladı:
“Kendim için söyleyeyim; İslâm’ı, Kur’ân’ı okudukça - tanıdıkça, fıtratımın, aklımın ve vicdanımın sesini buldum, yani fıtratıma uyanı buldum. Her şeyi var eden büyük kudret sahibi ALLAH’a oğul vb. ortaklar koşmadan tanıma imkanı buldum. İslâm’da tek ve nezih bir Yaratıcı düşüncesi var, ne güzel! Bir de; İslâm’ın, Kur’ân’ın çizdiği Hz. Meryem ve Hz. İsa portesini görünce, değerlerimin yerli yerine oturduğunu gördüm. Mantığım dediklerinin İslâm’da karşılığını bulmuş oldum. Yani aslında Müslüman olmakla ben değişmedim, sadece dinî kimliğim değişmiş oldu!”
“Önyargı”, “tepki” derken, son bağlamda Daniel’e; “Müslüman olduktan sonra ailesinin tepkisini” soruyoruz:
Baştan çok korkmuşlar: “Oğlumuz artık bizden kopacak gidecek!” diye. Sonradan böyle olmadığını görünce bu kaygıları gitmiş. Eski sevgi ve saygısının fazlasıyla devam ettiğini görünce çok rahatlamışlar ve onun dinî tercihini saygıyla karşılamışlar.
Ailesinden gördüğü bu korku ve önyargının temellerini; medyanın menfî propagandaları ile açıklıyor. Kitapların ve gazetelerin olmadığı eski dönemlerde ise insanlar İslâm’ı Hz. İsa’ya karşı vahşi bir saldırının kaynağı olarak görüyorlarmış. Bu saldırının merkezinde de Osmanlı’nın olduğunu sanıyorlarmış. “Halbuki” diyor: “İsveç’in kurucularından olan Kral 12. Şarl Osmanlı’da uzun süre saygın bir misafir olarak kalmış. Ama bu dönemin güzelliklerini ve vefa gereğini o devrin din adamları örtbas etmişler. Arada yakınlaşmaya bir zemin oluşmasın diye uğraşılmış sanıyorum.”
Daniel de gençliğinde bu olumsuz propagandalardan etkilenmiş:
“Sonradan araştırmalarım ve okumalarım sonunda gördüm ki, yüzyıllar boyunca Osmanlı hilafetin ve İslâm’ın merkeziydi. İslâm’ın bütün güzelliklerini, kutsal değerlerini ve Mekke-Medine gibi mübarek beldelerini içinde barındırıyordu. Bütün bunları koruyor ve müdafaa ediyordu. Şimdi düşünüyorum da, Osmanlı olmasaydı bu kutsal yerler de olmayacaktı, belki de İslâm alemi de olmayacaktı.”
Sonra Osmanlı’ya duyduğu hayranlığını şöyle ifade ediyor: “Osmanlı sultanlarının tavus kuşunun tüyleriyle Kâbe’yi süpürüp, o tüyleri başlarına sorguç yapmaları beni çok etkiledi. İslâm’ın kutsal değerlerine bu kadar saygı ve hürmet göstermeleri çok takdire şayan!”
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz