HİCRET
Allah'ın selamı hidayete tabi olanlara olsun

Hoş geldiniz lütfen üye olunuz.

Allah (c.c) size bu dünyada ve ahirette af ve afiyet versin amin.

Join the forum, it's quick and easy

HİCRET
Allah'ın selamı hidayete tabi olanlara olsun

Hoş geldiniz lütfen üye olunuz.

Allah (c.c) size bu dünyada ve ahirette af ve afiyet versin amin.
HİCRET
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

107. MAUN SÛRESİ

Aşağa gitmek

107. MAUN SÛRESİ Empty 107. MAUN SÛRESİ

Mesaj  dareyn Cuma Ağus. 13, 2010 10:55 am

107. MAUN SÛRESİ
Medine döneminde gelen bu sûre 7 ayettir.
Sûre adını son kelimeden almıştır.
Geliş zamanı hakkında, Mekke dönemi diyenler yanında, Medine dönemi diyenler de vardır. Aslında surenin Medine döneminde geldiğini söylemek daha uygundur. Çünkü bizzat surenin kendisi buna işaret etmektedir. Şöyle ki: Surede namaz kıldığı halde bundan gafil olanlar ile gösteriş için namaz kılanlar, uyarılarak ‘vay onların haline’ denilmektedir. Bu, özellikle Medineli münafıkların halidir. Çünkü Medine’de müslümanlar güçlü idi ve kimileri gerçekte inanmadıkları halde müslüman görünüyorlar, mescide gidiyor namaz kılıyorlardı. Böylece cemaatin bir üyesi olmak ve onlara tanınan haklardan ve güç ortamından yararlanmak istiyorlardı. Oysa Mekke’de göstermelik dindarlığa gerek yoktu. Bununla kazanılacak bir şey de düşünülemezdi. Aksine işkence ve kayıplar söz konusu idi. Namazlar gizli kılınabiliyordu. Açıktan müslüman olmak, pek çok tehlikeyi baştan göze almak demekti. Bu ortamda, müslüman görünenler değil, imanını gizleyenler vardı. Ya toplum içindeki yerlerini kaybetmek istemiyorlar. Ya da müslümanların çektikleri dayanılmaz sıkıntıları görerek, benzerlerinin başlarına gelmesinden korkuyorlardı.
Sûrede, ahirete inanmayan insanların ahlaki yapısı konu edilmiştir. İkinci ve üçüncü ayetlerde, ahireti açıkça yalan sayan kâfirler tanıtılmış, son dört ayette görünüşte müslüman münafıkların iç inançları anlatılmıştır. Onlar ahiret, ceza, mükâfat, sevab-günah gibi konulara duyarsız davranmakta, yalan saymaktadırlar. Surede bu iki grup tanıtılarak, güçlü bir irade, sağlam bir karakter, temiz bir kişiliğin ancak ahiret inancıyla gerçekleşebileceği vurgulanmaktadır.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Rahman, Rahim olan Allah adıyla
أَرَأَيْتَ الَّذِي يُكَذِّبُ بِالدِّينِ
(1) Ne dersin, baksana, gördün mü şu dini ve ahiretteki ceza-mükafatı yalan sayanı?!
Ayetin muhatabı özel olarak Rasulullah s., genelde aklı olan bütün insanlardır.Görmek gözle olabileceği gibi (ki ilerde anlatılan özellikleri taşıyan insanlar gözle görülebilir.); bilmek, tanımak, anlamak, düşünmek de olabilir. Buna göre konuşmada “bakın” denilince “üzerinde biraz düşünün” ; “birde şuna bak, şunu da gör” denilince de “ayrıca şu yönüne de dikkat et bu yönü de düşün” demek anlaşılacaktır. Bu açıdan ayet: “Ceza ve mükafatı yalan sayanlar kimlerdir biliyor musun, düşündün mü ahireti inkar eden adamın halini?!..” şeklinde anlaşılır.
Ayetteki “din” kelimesi, diğer birçok ayette olduğu gibi iki anlama gelir:
a) Ahirette amellere karşılık verilen mükâfat ve ceza. Buna göre sûre, ahireti inkar etmenin insan karakterindeki etki ve görüntüsünü anlatır.
b) İslam dini. Buna göre ise, islam dini, bu sûrede tanıtılan özelliklerin tersine bir yapı oluşturur.
فَذَلِكَ الَّذِي يَدُعُّ الْيَتِيمَ
(2) İşte böyle biridir yetimi itip kakan.
Baştaki “فَ ” harfi, “Bilmiyorsun, bilmiyorsan bil ki, o kimse” veya “işte o ahireti inkâr eden kişi şöyledir...” anlamında kullanılmıştır.
“يَدُعُّ الْيَتِيمَ “ Cümlesinin birkaç anlamı vardır:
a) Yetimin mirasına el koyar, hakkını yer, malına el koyar ve onu kovalar.
b) Yetim yardıma muhtaçsa merhamet etmez, yanına gelmişse iter-kakar, yanından kovar.
c) O yetime zulmeder. Mesela bir yetimi evine almışsa hizmetçi yapar, kahreder, hakaret eder, eziyet eder.
Bunların yanı sıra o adam, bu işi adet haline getirmiştir. Yaptığını kötü görmez, utanmaz, pişmanlık duymaz. Onu yalnız ve kimsesiz, çaresiz zanneder. Ya yanına alır zulmeder, ya yanında durdurmaz. İter-kakar kovar ve böyle davranırken de çok rahattır.
Konuyla ilgili çok ilginç bir olay yaşanmıştır. Ebu Cehil bir yetimin varisi idi. Bu çocuk bir gün yarı çıplak perişan bir halde Ebu Cehil’e gelerek babasının mirasından bir şeyler istedi. Ancak Ebu Cehil hiç oralı olmuyordu. Çocuk biraz bekleyip geldiği gibi üzgün geri döndü. Kureyşin kimi ileri gelen kâfirleri daha bir ezmek için çocuğu kışkırttılar: “Muhammed’e derdini anlat, o çare bulur, o istesin” dediler. Masum çocuk tezgâhlanan olayın perde arkasını bilmediğinden, saf ve samimi olarak Rasulullah’a s. gitti, durumu haber verdi. Rasulullah s. hemen harekete geçti. Yetim çocukla birlikte, en büyük düşmanı Ebu Cehil’e gidip yetimin hakkını ödemesini istedi. İşi planlayanlar merak içinde gözetlemedeydiler. Onlara göre bir tartışma, bir kavga kaçınılmazdı. Ama öyle olmadı Ebu Cehil Rasulullah’ı s. güler yüzle karşılamış ve isteğini derhal yerine getirmişti. Yetim hakkını almıştı. Buna şaşıran Kureyşliler Ebu Cehil’e laf atmaya başladılar. “Sende mi” dediler. “Babalarının dinini değiştirdin.” “Hayır, vallahi” dedi. “Ben yine eski dinimdeyim onu değiştirmedim. Fakat Muhammed’in iki yanında birer mızrak gördüm ki kıpırdasam delik deşik edeceklerdi, korktum, onun için öyle davrandım.
Arapların ileri gelen reislerinin bile yetimlere nasıl davrandığını gösteren bu olay aslında Rasulullah’ın s. yüce ahlakına en güzel örneklerden biridir. İşte bu ahlaki özelliğinden dolayı Rasulullah’ın s. düşmanları bile etkileniyorlardı. Belki de o nedenle kendisine sihirbaz diyorlardı.
وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ
(3) Fakir-fukarayı doyurmaya çalışmadığı bir yana başkalarına ön ayak olmaz bile.
Bu konuda başkalarını teşvik gibi bir gayreti yoktur.
Ayette “İt’amü’l-miskin” denilseydi: “Yoksulu doyurmaya, fakire yemek yedirmeye teşvik etmez” anlamına gelirdi. “Taamü’l-miskin” ise: “Yoksul ve fakirin yemeklerini kendilerine vermez” demektir. Yani verilecek yemek, fakir ve yoksula aittir. Verenler kendi lutuflarıyla verdiklerini iddia etmesinler. O aslında yoksulun kendi hakkıdır. Yemek yedirenler bunu artı bir iyilik saymamalı, zorunlu bir görev bilmeliler. Nitekim Zariyat 51/19 da “Onların mallarında isteyebilenlerle, bunu bile yapamayanların hakları vardır.”
لَا يَحُضُّ: kendisi bir işi yapmamakla birlikte, başkalarının da yapmasına uğraşmamak demektir. Burada dini yalan sayan kimseler, ne kendileri yoksula yemek verirler ve ne de ailesi ve diğer çevredekiler hatta tüm toplumun bu açlık sorununa çözüm getirmesini önerirler. Bu tür insanların böyle bir işlevleri yoktur.
Bu iki özellik ahiret endişesi taşımayanların ahlaki çöküntülerini çok güzel ortaya koymaktadır. Ama ahiret inancından yoksun olmak sadece bu özellikleri ortaya çıkarır denemez. Önemli olan bu inançsızlığın ahlaka negatif etkisinin anlaşılmasıdır. Bunlar herkesin rahatlıkla kavrayabileceği net örneklerdir. Eğer insan Ahirete inansa, hayatını bu inançla düzenleseydi yetime zulmetmek, yoksulu ezmek gibi davranışlarda bulunmazdı. Çünkü ahirete inanan insan merhameti, hakkı ve sabrı tavsiye eden insandır.
فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ
(4) Birde münafıkça Allah’ın huzurunda duranların, namaz kılan münafıkların vay haline. Böyle namaz kılanlara yazıklar olsun.
Ayetin başında yer alan (ف) harfinin anlamı: Az önce ahireti açıkça inkâr edenlerin durumlarını öğrendin, anladın. Bak şimdi arkasından sana müslümanlar arasındaki namaz kılan münafıklar tanıtılacak. Müslümanlarla iç içe yaşamalarına rağmen, ahireti yalan sayıyorlar ve kendilerine ne korkunç bir felaket hazırlıyorlar.
“Musallin” kelimesi aslında “namaz kılanlar” anlamına iken, burada daha genel bir ifade ile “ehli salât: namaz kılan müslümanlar topluluğu” anlamına kullanılmıştır.
الَّذِينَ هُمْ عَنْ صَلَاتِـهِمْ سَاهُونَ
(5) Onlar namaz konusunda gaflet içinde, bilinçsiz hareket ediyorlar, kıldıkları namazdan habersiz, namaza yabancı, yalan yanlış namaz kılıyorlar.
Ayette “صَلاتِـهِمْ في” denilseydi “kıldıkları namaz içinde yanılanlar” demek olacaktı ki bu ayıp, günah veya nifak olarak nitelendirilmez. Çünkü islam dini bunu bir eksiklik kabul etmemektedir. Nitekim bizzat Rasulullah’ın s. namaz içinde bu tür bir yanılgısı olmuş ve “sehiv: yanılma secdesi” ile telafi etmiştir.
عَنْ صَلاتِـهِمْ سَاهُونَ : İse namaz içinde kılarken değil namaz konusunda, namaz hakkında yanılmadır.
Bu insanlar için namazın varlığı ile yokluğu eşittir. Bazen kılar, kimi zaman kılmazlar. Vakti geçirip son vakte bırakırlar, bazen hiç akıllarına gelmez. Kıldıklarında da göstermelik, iş olsun diye iki yatıp bir kalkar, sanki başlarından atmak isterler. Aslında namaz kılmayı hiç istemezler. Namazda esner, elbiseleriyle oynar, oyalanırlar. Namazda, Allah c. hiç akıllarına bile gelmez, ne okuduklarını düşünmezler bile. Aslında bir şey okuyup okumamanın bir farkı yoktur. Şekilden ibaret bir namazları vardır. Kimisi başkalarının yanında kılar yalnızken yanaşmazlar. Alelacele, çabucak bitsin isterler. “Ezan nedir, neye davet etmektedir” anlamazlar, hatta çoğu zaman duymazlar bile. Akılları hep başka yerde, düşünceleri hep başka şeydedir. Bütün bunlar hep ahirete iman etmedikleri içindir. Çünkü bunlar ne namaz kılarak ve ne de terkederek başlarına ne geleceğini bilmez, düşünmezler. Oysa müslümanlar namazlarıyla mükâfat veya cezaya hak kazanacaklarına inanırlar.
Ayetin ” عَنْ صَلَاتِـهِمْ” olması konusunda Enes b. Malik ile Ata b. Dinar: “Şükürler olsun ki Allah c.: “An salatihim” demiş, “fi salatihim” dememiş. Çünkü biz de namaz kılarken namazın içinde unutabilir, yanılabiliriz. Fakat asla namaz konusunda gafil değiliz ve de onun için münafıklardan sayılmayacağız” diyorlar.
Rasulullah s., Tevbe 9/54’de “Onlar namaza tembel tembel, üşenerek gelirler.” şeklinde tanıtılanların münafıklar olduğunu üç defa tekrar eder ve devamla “İkindi vakti oturur, güneş şeytanın boynuzları arasına girinceye kadar onu seyreder sonra güneş batarken kalkar horozun yem topladığı gibi yatıp kalkar. Artık bu halde Allah’ı da çok az zikretmiştir.” buyurur.
Rasulullah’a s., namazdan gafil olanların kimliği sorulunca: “Onlar namazı geciktirerek kılanlardır” şeklinde cevap verir.
Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta vardır. Namaz kılarken istenmeden, ansızın akla bazı şeylerin gelmesi, hatta kimi zaman onlara dalıp gitmek ayrı, namazı düşünmemek, önemsememek, ya da her zaman bilerek isteyerek kimi düşünceleri sürdürmek ayrı bir şeydir. İlki insanlık gereği onun zaafıdır. İstemsiz olarak nice düşünceler aklımıza namazda da gelebilir. Ama mü’min farkettiği anda yeniden kendini toplamaya o bir anlık gafletten sıyrılmaya çalışır. Bilinçli yapılana gelince namazdan gaflet budur. Bunların namazı sanki beden eğitimi hareketi gibidir. Allah’ı c. gündeme alma ve anma gibi bir niyetleri yoktur. Hatta namazın başında içine daldıkları düşünceden henüz çıkmadan namazları çoğu zaman bitivermiştir. Bazen kıldıkları namazlarıyla bile ilgileri bu kadardır.
اَلَّذِينَ هُمْ يُرَاءُونَ
(6) Aslında onlar riyakar insanlardır. Niyetleri sadece görülmek ve beğenilmektir. Gösteriş için namaz kılarlar.
Bu ayet iki şekilde yorumlanmıştır.
a) Genel olarak: Din yalanlayıcıları her işlerini gösteriş olsun diye yaparlar. İsterler ki insanlar duysun, bilsin, övsün, alkışlasın, takdir etsin, anlatsın, böylece meşhur olsunlar. Allah’a c. kulluk adına bir niyetleri yoktur, karşılığını O’ndan beklemek yerine, bütün planlarını dünyaya göre yaparlar.
b) Bir önceki bölümle ilgili olarak bu ayette anlatılanlar gösteriş için namaz kılan münafıklardır. Çünkü onlar başkalarının yanında namaz kılar, yalnızken kimse görmüyorsa kılmazlar. Müfessirler daha çok bu anlamı tercih etmişlerdir. Nitekim Nisa 4/142’de bu anlamı desteklemektedir: “Münafıklar namaza üşenerek, tembel tembel kalkar, gösteriş yaparlar. Allah’ı da çok az gündemde tutarlar.”
وَيَمْنَعُونَ الْمـَاعُونَ
(7) İnsanlara yapabilecekleri en küçük bir iyiliği ve yardımı esirger sakınırlar, zekata da engel olur, reddederler.
Maun hakkında kimileri “zekât”tır derken kimileri “insanların birbirleriyle ödünç alıp verdikleri tencere, kova, balta, tuz, iğne ile su ve ateş gibi temel ihtiyaç maddeleridir” diyor. Bizzat Rasulullah’ın s., bu ayeti böyle tefsir ettiğine dair rivayetler de vardır. Ve Rasulullah s. döneminde ashab Maun’dan bunu anlıyordu. Hatta bazıları her iki anlamı birlikte düşünerek: “Maun’un en üst seviyesi zekât, en alt kademesi de bu tür ihtiyaç maddeleridir” demişlerdir.
Maun aslında insanların günlük hayatta ihtiyaç duyduğu küçük ve az miktarda şeylerdir. Bunlarla yapılan basit ve kolay yardımlaşmaya da maun denir. Buna göre zekât ta maun kapsamında düşünülebilir. Çünkü zekât, çok maldan fakirlere ayrılan küçük bir paydır. Demek ki maun insanların genel ihtiyaç maddeleridir.15 Komşuların, birbirlerine ödünç olarak alıp verdikleri bu tür maddelere, zengin fakir herkes ihtiyaç duyar ve kimse ayıplanmaz. Meselâ, misafirleri için komşudan ödünç yatak almak, komşunun tandırında ekmek yapmaya izin istemek, birkaç günlüğüne kimi kıymetli eşyalarını komşuya emanet bırakmak maun’un yaygın örneklerindendir. İşte bunu engelleyen, vermekten kaçınan kişiler, ahlaken düşük seviyede rezil ve zelil insanlardır. Oysa maunun verilmesi, verende bir eksiklik meydana getirmez.
Demek ki, ahireti inkâr eden, yalan sayanlar, öylesine cimri oluyorlar ki böyle basit küçücük fedakârlıklardan bile kaçınıyorlar.
dareyn
dareyn
ilim ehli

Mesaj Sayısı : 482
Yaş : 50
Nerden : Dünya

http://my.opera.com/muhacir/blog/

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz